Pek dillendirilmese de, muhalif kesimin bir bölümünün aklına özellikle son yıllarda takılan bir soru var.
Endişe şu: Seçimleri kaybedecek bir Tayyip Erdoğan iktidarı devreder mi?
Yerel seçimlerde İstanbul'da yaşananların ardından bu düşünce zihinleri daha fazla kurcalamaya başladı.
Endişenin kaynağı ise, Erdoğan'ın artık tamamıyla "Tek adam"a dönüştüğü, devletin her türlü gücünü eline geçirdiği ve bu gücün sınırsız hâle geldiği düşüncesi.
Acaba gerçekten durum böyle mi? Bunu anlayabilmek için yakın geçmişe gitmekte fayda var.
Bilindiği gibi İsmet İnönü, 27 yıllık tek parti devrinin ardından iktidarı seçimle Demokrat Parti'ye devretmişti. Toplam 14 yıl Mustafa Kemal'e başbakanlık yapan, 1938'den 1945'e kadar Milli Şef olan, Cumhurbaşkanı olduğu yıllarda ülkede neredeyse tek söz sahibi durumda bulunan İnönü, askerlerin "İsterseniz iktidarı vermeyebiliriz" telkinlerine rağmen sınırsız gücü elinin tersiyle itmiş ve cumhurbaşkanlığından ana muhalefet koltuğuna geçmişti.
Çünkü seçimlere rağmen iktidarda kalmak istese ciddi bir meşruiyet sorunu ile karşı karşıya kalacak ve yaşatılmak için çok çaba sarf edilen çok partili düzen bir anda yok olup gidecekti.
Bu noktada 1946 seçimleri akıllara gelebilir. Gerçekten de 1946 seçimleri, birçok skandala sahne olmuş bir deneyim olarak tarihteki yerini aldı. Ancak bu skandalların önemli bir bölümünün taşradaki CHP örgütlerinin gereksiz paniğe kapılmaları ile yaşandığı ortadadır. Üstelik o seçimlerde birçok ilde yeterli aday gösteremeyen Demokrat Parti'nin, seçime girdiği bütün illeri kazansa bile hükümeti kurmaya yeterli milletvekili sayısına ulaşamayacağı az bilinen bir gerçektir.
Her şeye rağmen, 1946’da yaşananları hafife almak kesinlikle doğru bir yaklaşım değildir. Fakat, 2. Dünya Savaşı’nın yeni sona erdiği, çok partili düzene geçilmesinin üzerinden sadece birkaç ay geçen ve ilk çok partili seçim deneyiminin yaşandığı 1946 yılının şartları ile günümüz şartlarını karşılaştırmak da pek doğru olmaz.
İşte, iktidarın barışçıl bir biçimde el değiştirdiği 1950'den bu yana, üstelik sonraki yıllarda yaşanan 3 askeri müdahaleye rağmen Türkiye, çok partili düzeni bir şekilde sürdürmeyi başarabildi. Öyle ki, yönetimi silah zoruyla ele alan ordu bile, her defasında belli bir süre sonra kışlasına çekilmek zorunda kaldı.
Bu noktada sorulması gereken şudur: Bugün Tayyip Erdoğan, 1950'nin İnönü'sünden veya askeri dönemlerin paşalarından daha mı güçlüdür?
Bu soruya kolaylıkla evet yanıtı verebilmek oldukça zordur. 2018 seçimlerinin sonuçlarına göre parlamentonun salt çoğunluğuna bile sahip olamayan ve eski sisteme göre tek başına hükümet kurma olanağı bulunmayan AKP liderinin gücü sanılandan çok daha azdır.
Bir başka deyişle, bugün Devlet Bahçeli'siz bir Cumhurbaşkanı Erdoğan düşünmek mümkün değildir.
AKP 2002 yılından bu yana girdiği tüm seçimleri ve referandumları öyle veya böyle, bir şekilde kazanarak iktidar için kendine gerekli olan meşruiyeti en azından seçmenlerinin gözünde sağladı. Kaybettiği ilk seçim olan 2019 yerel seçimlerinde İstanbul'da bu meşruiyetin dışına çıkmak istedi ve sonuç fiyasko oldu. 31 Mart'ta neredeyse eşit olan İstanbul Belediye Başkanlığı için verilen oylar, 23 Haziran'da AKP aleyhine 800 binin üzerine çıktı.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, halen Erdoğan'ın iktidarı vermeyebileceğini savunmak muhalif kesimler açısından akıl tutulmasından başka bir şey değildir. Ne Erdoğan'da bunu yapabilecek güç vardır ne de daha önce yaşanan deneyimler bunun gerçekleşmesini olanaklı kılmaktadır.
Eğer bir değişim isteniyorsa, öncelikle zihinsel olarak bu değişime hazır olunması gerekmektedir.
Bugün muhalefet bloğunun en ciddi sorunu budur. Muhalifler için, karşı cephede yenilmesi zor, güçlü bir mit imgelemek ve buna karşı mücadele vermeye çalışmak, sadece ve sadece gelecekteki olası yenilgilere şimdiden kılıf hazırlamak anlamına gelmektedir.