Altaylı, “Eşi Oya, Celal Şengör’ü eve kapattı ve ne dışarı çıkarıyor ne de eve kimseyi sokuyor. Ben bile Celal Şengör’ün evine sokulmuyorum, ancak bahçede görüşmemize izin var. O da uzaktan” dedi.
Öte yandan Altaylı, bugünkü yazısında Prof. Şengör’ün Rusya Ukrayna krizine ilişkin görüşlerini aktardığı yazısına yer verdi. Şengör’ün, “RusyaUkrayna savaşında Stephen Norton kim?” başlıklı yazısı şöyle:
“Patlak vermiş olan RusyaUkrayna Savaşı hiç kuşkusuz zamanımızın en korkunç, en üzücü olaylarından biridir ve hele uygar Avrupa’ya hiç yakışmayan bir gelişmedir. Fizikî kavga, akılcı iletişimin bittiği, yani bizi insan yapan özelliğin yitirildiği noktada başlayan şeydir. Peki Rusya ve Ukrayna’yı bu müessif çatışmaya iten nedir? Kimine göre, Rusya başkanı Bay Vladimir Putin’in Rus İmparatorluğunu canlandırma hevesi, kimine göre de Ukrayna’nın yöneticilerinin kendilerine bir Rus karşıtı şemsiye aramalarıdır. Kısacası, ortada bir cinayet vardır ve bir cinayetin iki tarafı olur: Katil ve katledilen. Peki durum bu kadar basit midir? Sevgili okuyucularımıza bunun cevabını Dame Agatha Christie’nin ölümünden hemen önce yayımlanan son romanı Curtain: Poirot’s Last Case’de (Perde: Poirot’nun Son İşi) aramalarını öneririm.
Dame Agatha, bu son romanında bir otelde işlenen beş cinayeti ele alıyor. Cinayetler birbirinden ilişkisiz gibi görünmekle beraber Poirot hepsinin ortak bir yönünü keşfetmekte gecikmiyor. Cinayetleri işleyen ve ölen belli olduğu halde kimsenin farketmediği başka bir faktör daha vardır: Stephen Norton isimli, kır saçlı, sakin görünümlü, dürbünüyle kuşları izleyen bir müşteri, psikolojik ikna yöntemleriyle, aslında bu cinayetleri işleten kişidir. Bu iyi niyetli, efendi adamın böyle bir şey yapabileceği kimsenin aklından bile geçmemiştir. Poirot bu adamı yasal yollarla durdurmanın, yeni cinayetlerin önüne geçmenin, imkânsız olduğunu görür ve kendisi de ölümcül bir hastalığın pençesinde olduğundan, adamı bizzat öldürmeye karar verir. Bunu yaptıktan sonra yakın dostu Yüzbaşı Hastings’e durumu anlatan bir mektup bırakır ve olayın hemen arkasından vefat eder.
Romanın RusyaUkrayna çatışmasına benzerliği, öldürmeye yeltenen ve ölmek üzere olan belli olduğu halde, tarafları karşılıklı silâhlı mücadeleye iteleyen kimdir, sorusunun cevabıdır. Sovyetler Birliği çöktükten sonra ABD, NATO’yu kullanarak tamamen Rusofob, yani Rus düşmanı, bir politika izleyip Rusya’yı batıdan NATO ile, doğudan da Taliban ve benzeri Müslüman hareketleriyle kuşatma altına almaya çalışmaktadır. Eski demirperde ülkelerini derhal NATO üyesi yapmakla kalmayıp, SSCB’den ayrılan Baltık ülkelerini de hemen NATO şemsiyesi altına almıştır. SSCB 1962 senesinde Küba’ya füze sistemleri yerleştirmeye kaltığı zaman başkan John F. Kennedy, Rusya’yı nükleer savaşla tehdit etmiş, büyük İngiliz matematikçi ve filozof Lord Bertrand Russel’dan yaptığının insanlık düşmanlığı olduğunu, tüm dünyayı tehdit ettiğini söyleyen sert bir telgraf almıştı. Halbuki o dönemde İstanbul yakınlarında Alemdağ’da Amerikan roketleri yerleştirilmişti bile. Yani SSCB’nin yaptığı ABD’nin yaptığına bir karşılık vermekten ibaretti. Lord Russell o zamanki SSCB politbüro başkanı Kruşçov’a da bir telgraf yollayarak Amerikan kışkırtmalarına cevap verilmemesinin insanlığın geleceği açısından önemini vurgulamıştı. Lord Russell bir telgrafı da zamanın Birleşmiş Milletler genel sekreteri U Thant’a yollayarak ABD’nin kınanmasını tavsiye etmişti. Sorun, Rusların son derece akılcı bir davranış sonucu geri adım atmalarıyla o zaman çözülmüştü.
Ancak 1990'ların başında, Sovyetler Birliğinin çözülme sürecinde ve hem öncesinde hem de sonrasında, ABD’nin muhtelif nedenlerle dünyanın çeşitli noktalarında başlattığı uluslararası tecavüz hareketleri durmadı: VietNam’da gene Kennedy’nin emriyle artan Amerikan bombardımanı sonucu 30.000 ile 182.000 sivil öldürülmüştür. ABD, Afganistan’da tüm dünyanın başına belâ olan Taliban’ı yarattı ve bu ülkeyi ancak İlk Çağ’da görülen bir cehâlet ve sefâletin içine itti. Sonra, artık herkesin yalan olduğunu öğrendiği sözde istihbarat ile Irak’ı işgal etti, pek çok günahsız insanın ölmesi, yersiz yurtsuz kalması yanında insanlığın en eski kültür öğelerinin korunduğu müzelerin tahrib olmasına, yağmalanmasına yol açtı. Suriye’de PKK uzantısı örgütlerle iş birliği yaparak bizim güney sınırımızı duyarsızlaştırdı. Arkasından NATO’nun Rus sınırlarına kadar genişlemesini sağladı ve Ukrayna’da Rus yanlısı iktidarın devrilmesi için hem maddî hem de politik eğitim yardımı sundu. NATO üyesi olduğumuz halde, Kıbrıs’ta öldürülen Türkleri dörtlü garanti antlaşması (Treaty of Guarantee veya Treaty of Nicosia, 1960) çerçevesinde korumaya kalktığımız zaman bize ambargo uyguladı. Şimdi de, bir NATO üyesi olduğumuz halde bize vermediği silâhların yerine konulabilecek Rus yapımı S400 füzelerini aldığımız için, parasını ödediğimiz savaş uçaklarını bize vermiyor, daha da yaptırım uygulamaktan bahsediyor ve bir yandan da durmadan stratejik dostluğumuzdan dem vuruyor. İnsanın sorası geliyor: Yahu, hani düşmanımız olaydın ne yapacaktın? (Aslında ne yapmak istediğini FETÖ olaylarıyla gösterdi. Ordumuzu hallaç pamuğu gibi atan o organizasyonun göstermelik başı hâlâ ABD korumasındadır, unutmayalım!)
Evet artık müessif bir UkraynaRusya savaşı patlak vermiştir ve günahsız insanlar ölmekte, aynen Irak’ta olduğu gibi belki kültürel miraslar yok olmaktadır. Savaşın Rusya ve Ukrayna olarak iki tarafı vardır. Ama aradaki Stephen Norton’u görmezden gelmek sorunun asla çözülememesine neden olur. Amerikan Başkanı Bay Biden, daha dün, Ukrayna'yı açık kollarla NATO’ya kabul edeceklerini söylemiştir. Bu şu demektir: Savaşa devam et! Bunu uygar bir insanın söyleyebileceğini düşünmek bile insanın tüylerini diken diken ediyor. Keşke Bay Jens Stoltenberg ateşe körükle gitmek yerine durumu sakinleştirecek, ya Rusya’yı da NATO’ya kabul edecek, ya da Rusya sınırlarında tek bir NATO ülkesi olmayacağına garanti verebilecek bir söylem geliştirse. NATO’nun başı kendisidir, Bay Biden değil, bunu unutmasın.”