Sözcü yazarı Yılmaz Özdil, bugünkü köşe yazısında Fatih Sultan Mehmet'i yazdı.
Özdil, "Bakıyoruz tee 567 yıl sonra “dünya lideriyiz” filan diye ortalıkta dolaşanlara… Biz artık gülüp geçiyoruz ama, insan Fatih Sultan Mehmet'e hakikaten üzülüyor" dedi.
Mehmet.
Rönesans insanıydı.
Entelektüeldi.
Arapça, Farsça, Latince, İtalyanca, Rumca, Sırpça, henüz 19 yaşındayken altı lisan konuşurdu.
Felsefeye meraklıydı, milattan önceye ait Yunanca elyazmaları okurdu, filozofları etrafına toplar, Peripatosçuların, Stoacıların ilkelerini, Platon'u Aristoteles'i tartışırdı.
Coğrafyaya düşkündü, Batlamyus olarak tanınan Cladios Ptolemaios'un Geographia'sını incelerdi, matematiksel coğrafya kavramının miladı kabul edilen Geographia'da bölük pörçük yeralan haritaları, bütün haline getirtip yayınlattı.
Akdeniz, Ege ve Adriyatik'in girintilerini çıkıntılarını, derinliklerini, adalarını avucunun içi gibi bilirdi.
Mesela, Limni adasını vergi toplamak için almamıştı, stratejik önemi olduğu için almamıştı. Peki neden almıştı? Tini mahtum, yani “mühürlü toprak” adı verilen kırmızı renkli bir toprak türü var, sadece Limni'de bulunuyor, zehirlenmeye, yılan sokmasına karşı deva olduğuna inanılıyor, bezlere sarılıp yıkanıyor, süzme yoğurt gibi ağaçlara asılıyor, toz halinde kurutuluyor, tekrar çamur haline getirilip, bardak yapılıyor, bu bardağa konulan içecekte zehir varsa, bardak çatlıyor iyi mi… Limni'yi işte bu yüzden almıştı.
“Mühürlü toprak” örneğinde olduğu gibi, dünyanın henüz dünyadan haberi yokken, doğal kaynakları kullanırdı.
Astronomiyle ilgiliydi, özellikle, matematiksel sentez anlamına gelen ve 13 kitaptan oluşan Almagest'in Latince çevirisine bayılırdı.
Matematiğe trigonometri seviyesinde hakimdi… Çünkü, güneş'in ay'ın hareketlerini, yörüngeleri, yıldızları, ekinoksları izah eden Almagest'i kavrayabilmen için, mutlaka trigonometri bilmen gerekirdi.
Efsane astronom Ali Kuşçu'nun tee 1438'de hazırladığı yıldız kataloglarını, matematik teorilerini tekrar tekrar okur, adeta yutardı.
Bizans'a ait kitapların koleksiyonunu yapardı.
Ayasofya'ya dair neredeyse yazılmış tüm orijinal eserleri biriktirmişti.
Topkapı Sarayı'nda kurduğu kütüphanesinde ilk ciddi araştırma, 1929'da Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle gerçekleştirildi; Latince, Yunanca, İtalyanca, Farsça 587 eser tespit edildi.
Bunların dördü elyazması İlyada Destanı'ydı.
Bugün tüm dünyadaki kütüphanelerde en iyi korunabilmiş Bizans dönemi İlyada Destanı, onun kütüphanesinden çıkan elyazmalarından biridir.
İstanbul'un Konstantinopolis dönemine ait en eski şehir haritası, ondaydı.
Büyük İskender'in biyografisi olan Anabasis'in kopyası, kütüphanesinde yeralıyordu.
Homeros'un İlyada'sından o kadar etkilendi ki, kalkıp Truva'ya gitti. Yanından ayırmadığı vakanivüs Kritovulos'un notlarından biliyoruz, kalıntıları gezdi, Akhileus'un, Hektor'un mezarları hakkında bilgi aldı, kahramanlıklarını saygıyla andı. Truva'nın konumunu, denizlekarayla ilişkisinin stratejik yararını irdeledi.
Papa II. Pius'a yazdığı mektuptan anlıyoruz ki, İstanbul'un fethini Truva'nın rövanşı gibi görürdü.
Hobileri vardı.
Denizi çok severdi.
Oppianos tarafından kaleme alınan ve balıkçılık üzerine yazılmış en eski kitap olan Halieutika'yı okurdu.
Balıkçılık gelişsin diye, Pontus'u aldıktan sonra, 60 kadar Rum balıkçıyı aileleriyle birlikte getirdi, Sarıyer'e yerleştirdi.
Ezop'un fabllarını okurdu.
Merak yelpazesi çok genişti, Hipokrat'ı, lir sanatını, hayvanların özelliklerini, değerli taşları okurdu.
Kültür adamıydı, sanatçılara kol kanat gerer, ödüllendirirdi.
Şairdi.
“Avni” mahlasıyla şiirler yazardı.
Bağda gülden bahseden, yanağını kasdeder / serviden söz açanlar, endamını kasdeder / dilbere vasıl olmak darı dünyadan murad / aşık, aşkın derdi ile dermanını kasdeder…
Mimariyi çok önemserdi.
Yaşadığı mekanları Alla Turchesca, İran, Karaman, Alla Greca tarzında inşa ettirirdi.
Hesap adamıydı, dünyanın en büyük kale burçlarına sahip olan Rumelihisar'ını fetih'ten iki yıl önce projelendirmişti, sadece dört ay gibi kısacık sürede yaptırmıştı. Duvar kalınlığı yedi metre, yüksekliği 28 metre olan, dokuz katlı Saruca Paşa Kulesi'nin en üst katını divanhane olarak kullanırdı, kubbesinin akustik ses düzeni eşsizdi.
Sofu değildi, hatta dindar olduğu bile pek söylenemez.
Galata'daki San Pietro kilisesine gidip, ayin izlerdi.
Seremoni sevmezdi, kalabalıklarla dolaşmazdı, inanması güç gelecek ama, seyyahların notlarından okuyoruz, kiliseye giderken yanında sadece iki koruma olurdu.
Yahudi, Rum farketmez, ustalarıyla dostluk kurardı.
İtalyan ekolünü beğenirdi.
Portresini İtalyan ressam Bellini'ye yaptırdı.
(Ecdadın torunları olduğunu iddia eden palavracı politikacılarımız sahip çıkmadığı için… En ünlü tablosu, maalesef, National Gallery koleksiyonuna dahildir, Londra'da Victoria Albert Müzesi'nde sergilenir.)
Kendisinde de ressamlık yeteneği vardı. Topkapı Sarayı'nda bulunan ve Ordinaryüs Profesör Süheyl Ünver tarafından günışığına çıkarılan defterinden biliyoruz. Roma büstlerini andıran insan figürleri, at, leylek, kartal gibi hayvan figürleri, çiçek motifleri çizmişti.
Gurmeydi.
Doymak için değil, lezzet tatmak için yerdi.
(Güvercin etini, kaz etini, keklik etini, kuzu etini severdi, et yemeklerine tarçın serpilirdi. Deniz ürünlerini en çok tüketen padişahtı, kekikli yılan balığı favorisiydi. Sabah sabah sarımsaklı sirkeli soğanlı balık çorbası içerdi. Her öğününde mutlaka karides ve istiridye bulunurdu. Yumurtaya bayılırdı; tavuklu böreğine, pirinç lapasına, kestaneli bulguruna, pidesine mutlaka yumurta konurdu.
Kelle, paça ve işkembe severdi. Mantı bağımlısıydı. Topkapı'nın mutfak defterlerine göre, 28 gün arka arkaya mantı yediği dönemler bile vardı. Sofrası sebzesiz olmazdı, kış aylarında pırasa, lahana ve ıspanak vazgeçilmezdi. Sonbahara girerken mutlaka sarı erik çorbası isterdi. Hayatı boyunca domates, biber, taze fasulye ve patates tatmadı, çünkü henüz Amerika keşfedilmemişti, bu sebzelerin anavatanı Amerika kıtasıydı, henüz Avrupa'ya geçmemişti. Lahana turşusunu tercih ederdi. Yoğurdunu gümüş tastan kaşıklardı. Hoşaflardan en çok üzüm hoşafına, şerbetlerden en çok naneli üzüm şerbetine tezahürat yapardı, yemekle beraber içerdi. Kışın yemeğin üstüne pekmez ve boza içerdi. Meyveler mevsimine göre elbette değişirdi ama, armudu, narı, çağlabademi ve inciri pek severdi, Üsküdar kaymağıyla sunulurdu. Tatlıya hiç dayanamazdı, muhallebi, zerde, baklava, sütlü kadayıf, helva, illa ki bal yerdi. Reçelleri her üç ayda bir tazelenirdi. Unu Bursa'dan, balı Malkara'dan, zeytini İzmit'ten, tuzu Eflak'tan, üzümü Ankara Kalecik'ten gelirdi. Patlıcan Çin'den gelirdi. Ekmeği, sepetle çeşit çeşitti, has ekmek, beç ekmeği, mirahor ekmeği, imam ekmeği, nohut ekmeği, şekerli ekmek, yağlı halka, simit, pide, beç poğaçası, canı hangisini çekerse onu yerdi.)
İlk altın sikke onun için bastırıldı. Üzerinde “darib'ün nadri sabihülizzi vennasri, filberri velbahri” unvanı bulunuyordu. Yani “izzet sahibi, karaların ve denizlerin hakimi”ydi.
Aslına bakarsanız, bu sikkenin öyküsü de sanat merakından kaynaklanıyordu. Bizans ganimetlerini incelerken, İmparator 8. Palaeologos'un portresinin madalyon üzerine işlenmiş olduğunu gördü. Kendisi için bunun bir benzerini yaptırmak istedi, araştırdı, Constanzo di Moysis isimli sanatçıyı Napoli'de buldurdu, İstanbul'a getirtti. Böylece, madalyona işlenen ilk Müslüman hükümdar oldu.
Eğitimine beş yaşında başlandı, çocukluğundan itibaren harp tarihiyle, harp sanatıyla yetiştirildi. Kosova Meydan Muharebesi'ne babasının yanında katıldığında, henüz 16 yaşındaydı.
Ateşli silahları tasarım yapabilecek seviyede tanırdı. Tarihte ilk havan topunun çizimlerini, bizzat o yaptı, tarihte ilk havan topu İstanbul'un fethinde kullanıldı.
Gerçek manada dünya lideriydi.
★
Ve bugün, 29 Mayıs.
1453'ün yıldönümü.
★
E, bakıyoruz tee 567 yıl sonra “dünya lideriyiz” filan diye ortalıkta dolaşanlara…
Biz artık gülüp geçiyoruz ama, insan Fatih Sultan Mehmet'e hakikaten üzülüyor.