Sözcü gazetesi yazarı Yılmaz Özdil bugünkü köşesinde Çanakkale Köprüsü'nü yazdı.
Özdil, "Geçilse de ödenecek, geçilmese de ödenecek. Çünkü, Çanakkale Boğazı'nı her yıl feribotla en fazla 3.5 milyon araç geçerken, Çanakkale Köprüsü'ne her yıl için 16.5 milyon araç geçiş garantisi verildi. Üstelik, 11 yıl boyunca bu garanti verildi." ifadelerini kullandı.
★
Tam “yerli” ve “milli” vizyon yani.
Çanakkale hem her türlü geçilecek, hem her türlü geçirilecek!
Yılmaz Özdil'in "Aynalı çarşı" başlıklı yazısı:
1915 yılıydı.
Avustralya'nın New South Wales eyaletindeki Broken Hill kasabasından geçen trene ateş açıldı, beş kişi hayatını
kaybetti.
Güzergahtaki kayalıklarda derhal askeri operasyon yapıldı, masum sivillere ateş açan iki saldırgan öldürüldü.
Ertesi günkü Avustralya gazetelerinde fotokopi gibi tıpatıp aynı cümleler vardı, “Türkler Avustralya'ya saldırdı, Türkler katliam yaptı” manşetleri atmışlardı!
Çünkü, saldırganların çantasından Türk bayrağı çıkmıştı.
Ayrıca, birinin cebinde mektup vardı, o mektupta her şeyi itiraf ediyordu, “padişahın emriyle Avustralya'ya savaş açtıkları” yazıyordu.
Ahali galeyana geldi.
İntikam alınacak Türk bulamadıkları için, Osmanlı'nın müttefiki olan Alman göçmenlerin yaşadığı kasabaları bastılar, evleri ateşe verdiler.
Ve, topluca askere yazıldılar!
Tesadüfe bakın ki, sadece bir ay önce Britanya imparatorluğu Osmanlı'ya savaş ilan etmişti. Ama… Avustralya'da zorunlu askerlik olmadığı için yeterince gönüllü bulamamıştı.
Tam bu atmosferde iki Türk saldırgan şırrak diye trene ateş açıp, masum sivilleri katledince, gönüllülük kavramı “vatan borcu”na dönüşmüştü.
Avustralyalı gençlerle birlikte “kuzen”leri Yeni Zelandalı gençler, gemilere doluştu, Türklere hesap sormak için Çanakkale'ye geldi.
Halbuki…
O saldırganlar Türk filan değildi.
Yıllar sonra bu mevzuyu kurcalayan Broken Hill tarih kurumu üyesi Gordon Densie ortaya çıkardı. (Anadolu Ajansı haber yaptı.)
Saldırganlar, göçmen Afgan'dı.
Biri imamdı, biri deveciydi.
İmam olanı çaktırmadan kasaplık yapıyordu, Kasaplar Birliği'ne üye olmadan kaçak kesim yaptığı için, hakkında dava açılmıştı, bu davaya kin güdüyordu.
“Padişahın saldırı emri”ni itiraf eden mektup da palavraydı.
İmamın belindeki kuşağından çıkan mektupta, aslında “belediye denetçisi beni suçladı, yalvardım yakardım, dinlemedi, kimseye düşmanlığımız yok, sadece denetçiye kinim var, onu öldürmek istedim” yazıyordu!
Deveci desen, madenlerde yük taşıyordu, en iyi müşterisi Almanlardı, Birinci Dünya Savaşı'nın çanları çalmaya başlayınca, madenler kapanmış, deveci işini kaybetmiş, üç beş kuruş kazanmak için seyyar dondurmacılığa başlamıştı, işşiz kalmasına sebep olanlara kin güdüyordu, imam arkadaşının aklına uymuş, saldırı planına dahil olarak, bedel ödetmeye kalkmıştı.
Bu somut gerçeklere rağmen, Avustralya halkına yalan söylendi.
“Türkler saldırdı” etiketi yapıştırıldı.
Çatışma bölgesine Türk Bayrağı monte edildi.
İki yıl geçti geçmedi, “yangın çıktı” dediler, tren saldırısına dair tüm belgeler, askeri yazışmalar, hastane kayıtları kül oldu!
Saldırganlar son model askeri tüfekler kullanmıştı. Açlıktan nefesi kokan imamla deveci, polisin elinde bile bulunmayan o pahalı askeri tüfekleri nasıl satın almıştı? Kimden almıştı? Mermileri bittiği halde, neden canlı olarak değil de, ölü ele geçirildiler? Muamma olarak kaldı.
Hatta, ateş edenlerin aslında başkaları olduğu, bu iki salağın önceden öldürülüp, oraya yerleştirildiği bile iddia edildi.
Neticede…
Avustralyalı ve Yeni Zelandalı gençler intikam hırsıyla dolduruldu, Türk nefretiyle Çanakkale'ye sürüldü.
★
Çanakkale Boğazı'nı geçebilmek için kıyılarımızı dövmeye başladılar.
Nusret mayın gemimiz ve Seyit Onbaşı gibi kahramanlarımız izin vermiyordu, patır patır batırıyorlardı.
Gemileriyle üstten geçemeyince, alttan geçmeyi denediler.
İkmal yollarımızı kesmek için “sinsi silah”ı devreye soktular.
Denizaltılar…
Çanakkale Boğazı'nı alttan geçerek Marmara'ya sızmaya başladılar.
İlk birkaç denemede mayınlara yakalandılar, vuruldular.
Bu tehlikeli görevi ilk başaran, Avustralya'nın AE2 denizaltısı oldu, Marmara'ya girdi, ruhumuz bile duymadı.
Avustralya denizaltısının keşfettiği rota, yol oldu… Bu güzergahı takip ederek Marmara'ya geçen İngiliz ve Avustralya denizaltıları, cepheye asker ve mühimmat taşıyan gemilerimizi avlamaya başladı.
Kahredici bir skora ulaştılar.
Dile kolay, sadece 96 gün içinde, 94 gemimizi batırdılar.
Sulara gömülen gemilerimizden biri, Halep vapuru'ydu, 54 metre boyunda şehir hatları vapuruydu, İstanbul'dan Mudanya'dan asker, cephane, erzak yüklüyor, Akbaş Limanı'na getiriyor, dönüşte yaralılarımızı taşıyordu.
Halep Vapuru'nu torpillediler.
200 şehit verdik.
Halep vapuru, kısa süre önce, Mustafa Kemal'i Tekirdağ'dan Çanakkale'ye getiren vapurdu!
Kader bir kez daha Türk milletinin yanındaydı, Halep vapuru Mustafa Kemal'i taşırken vurulup batsaydı, ne Çanakkale Savaşı kazanılırdı, ne Kurtuluş Savaşı kazanılırdı, ne de Türkiye Cumhuriyeti varolurdu.
★
Çanakkale'yi denizden geçemeyince, karadan yüklendiler.
Mermiler havada çarpışıyordu.
Oluk oluk kan akıyordu, tıbbi malzeme yetişmiyordu, kurşun yiyen bacaklar kollar, iple sıkılıyordu, yaralara ot tıkanıyordu, ot yoksa çamur kullanılıyordu, delikler sıvanıyordu.
Kurtlanan yaralarını deniz suyu veya kireçle temizlemeye çalışan gazilerimizin feryatları, gecelerin karanlığını yırtıyordu.
Daracık alanda binlerce ölü beden yatıyordu, milyarlarca sinek üşüşmüştü, kavurucu sıcakta iyice ağırlaşan koku, sinek sürülerini mıknatıs gibi çekiyordu.
Anzak askeri Harold Brougton hatıra defteri tutuyordu. “Vücudunun eti göründüğünde hemen sineklerle kaplanırdı, ağzımızın çevresinde, yaraların çıbanların üzerindeydiler, gerçek bir lanetti” diye yazmıştı.
Binbaşı Claude Foster da günlük tutanlardandı. “Geceleri uyuyamıyoruz, uyumayı unuttum, gündüz vakti gözünü kapatmak istediğinde o korkunç kara bulut, vızıldayan kanatları, yapışkan ayakları ve pislikle kaplı hortumlarıyla insanı çıldırtmanın eşiğine getiriyor” diye not almıştı.
Korunmak için icatlar yapılıyordu, İngilizlere başlarına geçirmeleri için büzgülü torba dağıtılmıştı.
Asteğmen Herbert hazin manzarayı şöyle tarif ediyordu: “Hemen önümde bir grup Türk ölüsü vardı. Hepsinin başları geriye yatmıştı. Ağızlarının açık olduğuna dikkat ettim. Açık ağızlardan içeri sinekler doluyor, sonra bize geliyorlardı. Yemeklerden önce cesetleri ziyaret ediyorlardı. Ekmek yiyorsan, ağzına yaklaşıncaya kadar lokmanın üzerine konuyorlardı, ekmeği atamazdın, atarsan yiyecek lokma bulamazdın, öyle yemek zorundaydın.”
Tuvaletlere ilkel bile denemezdi, ilkel ötesiydi, siperlerde kovalar vardı, sağlık ekipleri toplar, herhangi bir yere boşaltırdı.
Siperlerin gerisinde iki üç metre derinliğinde geniş çukurlar kazılırdı. Oturma yeri, çukurun üzerine konulan kalastı. Dengede durmaya çalışarak çömeliyor, işini görüyordun. Dengesini kaybettiği için, veya kalas kırıldığı için çukura düşenler oluyordu.
Dizanteri salgını vardı, ishalle başa çıkılamıyordu.
Anzak eri Harold Philing tüyler ürpertici şekilde tarif etmişti.
“Öylesine bitkin düşersin ki, bir kedi yavrusu kadar aciz kalırsın. Doktor dün gece kaç kere tuvalete gittiğimi sordu, 16 kere dedim. Paçalarıma kan damlıyordu. Dizanteri insanı öldürmeden önce onurunu elinden alan bir hastalık.”
Tabip yüzbaşı Abdülkadir, siperler için “çok elemliydi” diyordu, insanın yüreğini kanatacak kadar gerçekçi anlatıyordu: “Önde yatan şehitlerimiz ve düşman ölüleri o derece sıktı ki, cuma namazında bir camide secdeye yatmış cemaati andırıyordu. Yalnız bu yatış gayrımuntazamdı. Ebedi bir sükuna dalmış şehit ve maktüllerin mahşeri halinde görünüyordu. Ölülerin ağzına burnuna sinekler yumurtlamıştı. Buralarda büyüyüp beslenen kurtlar tombul ve beyaz birer şekil almış halde siperlere karınca gibi yürüyordu. İtiraf ediyorum… Mektepte kadavralar üzerinde anatomi dersi yapmış ve birçok otopsi yapmak mecburiyetinde kalmış bir doktorum ama, ön hattaki koku burnumdan çıkmadı, et yiyemez oldum!”
Bit istilası vardı.
Bitler pantolon dikişlerinin arasına saklanıyorlardı, kurtulmak için dikişlerin arasını kor parçalarıyla yakıyorlardı, battaniyeye bulaştıysa, battaniyeyi yakmaktan başka çare kalmıyordu.
İçmek için yeterli su yoktu.
Kuyu suyu hastalık getirmekten başka işe yaramıyordu, yıkanmayı unutmuşlardı.
Anzak eri Steve Moyle, korku filminden farksız olan “su hatırası”nı şöyle hatırlıyordu: “Mataralarımızı kuyuya sarkıtırdık. Suda hep garip bir tat olduğunu söylerdik. Bir gün istihkamcılar geldi, aşağıya çengellerini salladılar. Çürümüş bir ceset çıkardılar.”
Çanakkale buydu.
Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal, yıllar sonra şöyle anlatacaktı…
“Size Bomba Sırtı olayını izah etmeden geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metreydi. Yani ölüm muhakkaktı. Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler derhal onların yerini alıyordu. Ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık, tevekkül… Öleni görüyor, üç dakikaya öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilen Kuran'ı Kerim okuyor, bilmeyen Kelimei Şehadet getirerek yürüyor.
Emin olmalısınız ki, Çanakkale işte bu yüksek ruhtu.”
★
Çanakkale geçilmedi.
★
Sonra Akp geldi.
★
Binali bey izah etti… “Çanakkale geçilmez tarihte kaldı artık, Çanakkale geçilir, her türlü geçilir, denizden geçiliyor, havadan geçiliyor, şimdi karadan da geçilmiş olacak” dedi.
★
Çanakkale Boğazı'nı geçmek için köprü yapmaya karar verdiler.
Ama, köprü yapabilecek kabiliyetleri yok.
Çanakkale Boğazı geçilsin diye, dünyada başka ülke kalmamış gibi, hangi ülkenin şirketiyle anlaştılar biliyor musunuz…
Avustralya'nın!
Evet, Avustralya şirketi Marr Contracting'le el sıkıştılar.
Avustralya şirketi 330 ton kaldırma kapasitesine sahip vincini teee Avustralya'dan getirdi, 155 tonluk yekpare blokları kaldırdı, Çanakkale Köprüsü'nün kulelerini kurdu.
Sayın basınımız “Çanakkale Köprüsü'nün inşaatında dünya rekoru kırdık, kulelerimizde mutlu son, kıtalararası zafer” manşetleri attı.
Ama, Avustralya şirketinden bahsedilmedi!
★
Akp, Çanakkale'yi Anzaklar sayesinde geçti!
★
Ve… Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünde, 18 Mart'ta açılacak olan Çanakkale Köprüsü'nün geçiş ücreti açıklandı.
15 euro artı kdv.
★
Geçilse de ödenecek, geçilmese de ödenecek.
Çünkü, Çanakkale Boğazı'nı her yıl feribotla en fazla 3.5 milyon araç geçerken, Çanakkale Köprüsü'ne her yıl için 16.5 milyon araç geçiş garantisi verildi.
Üstelik, 11 yıl boyunca bu garanti verildi.
★
Tam “yerli” ve “milli” vizyon yani.
Çanakkale hem her türlü geçilecek, hem her türlü geçirilecek!