Eski CHP Genel Başkanı, Antalya milletvekili Deniz Baykal, “pazarlık yaparak Erdoğan’ın milletvekili olmasına izin verdi” şeklinde kendisine yönelen suçlamalara sert yanıt verdi. Baykal, yasakların kaldırılmasını bazılarının anlamadığını belirterek “Siyasi fırsatçılık yapamazdık. Kapkaççı siyaset anlayışı içinde olmadık, olamazdık. Rakibimizin siyasal haklarının tam olması temel inancımız. ‘Vardır bir dümen’ anlayışı çok sağlıksız, çok tehlikeli, aşılması gereken bir durum” görüşlerini dile getirdi.
Baykal, hakkındaki iddialara ilişkin Cumhuriyet’ten Sertaç Eş'in sorularını yanıtladı.
O konuda gerekli açıklamayı avukatım yaptı, benimle ilgili iddialar kesinlikle doğru değildir.
Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları diyen aydınlarımız; ben de CHP de insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi doğrultusunda bir adım attığımız zaman bunun bir pazarlığı vardır diye bakıyorlar. Böyle bir alışkanlık içindeler. Çünkü siyasi kültür bu. Bunun arkasında bir hesap, bir çıkar, bir pazarlık vardır diyen bir siyasi ortamımız var. Bu çok sağlıksız, çok yanlış, çok büyük haksızlık.
Biz 12 Mart’ta da 12 Mart muhtırasının CHP’nin önünü açtığı düşüncesini reddettik ve bunu hiçbir kurnazlık falan yapmadan sadece demokrasi adına, insan hakları adına, Ecevit’le birlikte yaptık. Ben o zaman onun yanında siyasete başlamış bir genç insandım.
Ülkenin aydınları, demokratları, herkes, “Bunun arkasında bir hesap vardır. Ecevit herhalde kendisi değil Nihat Erim başbakan oldu diye buna karşı çıkıyor” dediler, bu tamamen yanlıştır. Bunun bire bir tanığıyım. Ya “fırsat açıldı CHP’nin önüne, ne karşı çıkıyorsunuz, dalın buradan” diye düşünüyordu bir sürü insan... Biz buna “'insan haklarına, demokrasiye aykırıdır, hukuk üstünlüğüne aykırıdır, böyle demokrasi olmaz'' diye karşı çıktık; o bir kırılma noktasıdır ve o andan itibaren CHP de, ben de, bulunduğum her noktada daha sonraki buna benzer olaylar karşısında hep aynı çizgide yürüdük.
Yani ne mesela, 12 Mart muhtırası, daha sonra 12 Eylül, 1 Mart, Ergenekon, Balyoz, FETÖ krizi. Ergenekon, Balyoz olaylarında hiç kimse henüz olayın farkına varamamışken ben çok sert ve kararlı bir tepki vererek karşı çıktım. Erdoğan “Ben Ergenekon davasının savcısıyım” deyince; ben de “Bu haksızlığa maruz kalan insanların, bu davanın mağdurlarının avukatıyım” dedim. Bu olaylar bize yarayabilir falan gibi bir hesabın içine kesinlikle girmedik. Bu olaylar bize iktidar yolunu açar mı, diye bakmadık.
Bunu her zaman dönemin aydınları anlamakta zorlanmıştır. Bunun temelinde Cumhuriyet Halk Partisi'nin, daha doğrusu sosyal demokrat hareketin kendi başına iktidar olamayacağı ve mutlaka ordu artı CHP işbirliği ile Türkiye’de ilerleme sağlanacağı anlayışı yatar. Buna karşı ben büyük mücadele verdim. 12 Mart sonrasından başladı bu işler. Biz bunu reddettik Sayın Ecevit’le birlikte. Bize karşı diyorlardı ki işte iktidar silahın namlusundan çıkar. Askerle, devrimci güçlerle işbirliği yapacaksın.
Biz “Hayır, iktidar ve devrimci hareketler sandıktan çıkar” dedik. Ve bu doğrultuda ben, üniversite gençliği arasında sosyal demokrasi hareketleri organizasyonunda aktif bir çalışma yaptım. Üniversitelerde, Ankara’da, ODTÜ’de, İstanbul’da sosyal demokrasi dernekleri kurduk, sonra onları bir federasyon haline getirdik.
Ve orada pek çok genci “iktidar silahın namlusundan değil, sandıktan çıkar'' anlayışı etrafında eğittik ve örgütledik. Oradan bir sürü ciddi siyasetçi de çıktı. Onların genç liderleri vardı. Mesela Ankara’da Nail Gürman, Ali Dinçer, Semih Eryıldız da onların arasındaydı. Daha sonra Ankara belediye başkanı olan Ali Dinçer de o gençlerle belediye başkanı iken işbirliği yaptı.
Hatta biz CHP genel merkezinin binası için bir proje yarışması açtığımızda bir baktım ben, o proje yarışmasını kazanan çocuk ODTÜ’de sosyal demokrasi derneklerinde bizim yetiştirdiğimiz gençlerden birisi. Meğer orada mimari okumuş. Daha sonra Murat Karayalçın başkanlığında onunla işbirliği yapan belediye takımı gene bizim o çocuklardı.
Ankara Batıkent’i kuran, orada Sayın Karayalçın’a yardımcı olan çocuklar da onlardı. Biz o zaman dedik, iktidar silahın namlusundan değil, sadece iktidar da değil, ilerici hareket yani sosyal demokrat iktidar sandıktan çıkar.
Çünkü silahla işbaşına gelen bir kadro istediği kadar ilerici olsun, arkasında halk yoksa, toplum yoksa o inandırılmış ve örgütlenmiş bir şekilde iktidara gelen ekibin, kadronun yanında durmuyorsa, o gelen kadro içerideki ve dışarıdaki egemen güçlerin oyuncağı olur, gerçek bir ilerici hareketi kesinlikle gerçekleştiremez diyorduk ve bunu gençlere eğitim olarak veriyorduk. Bugün bile Türkiye’nin her yerinde sosyal demokrasi derneklerinde yetişmiş, bu hareketin içinde yer almış bir sürü örgütte ve belediyelerde görev yapan insan vardır.
Şunu anlaması lazım insanların, biz hiçbir pazarlık yapmadan da “ya işte bak yeni fırsatlar doğuyor, kullan kardeşim bunu, yürü iktidara'' havasına bütün tarihimiz boyunca direnmişizdir. Aynı şekilde, Sayın Erdoğan’ın yasaklarının kaldırılmasını anlayamıyor bazı insanlar, üstelik onlar da insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi söylemini ağızlarından düşürmeyen insanlar.
Bu doğru değil, biz CHP olarak ordu artı CHP iktidar formülünü bilinçli olarak 1971, 12 Mart’tan itibaren Ecevit hareketi ile birlikte reddetmiş bir hareketin parçasıyız. Yani siyasette karşımdaki genel başkan olacak, parlamentoda neredeyse üçte iki çoğunluğa sahip olacak, seçime girecek ama milletvekili olamayacak, yaptırtmayacağım ben de ve mücadeleyi böyle götüreceğim.
Bunu anlamam mümkün değil. Bu bizim için bir siyasi fırsatçılık değil, bu bizim karakterimizdir kardeşim. Bunu anlamanız lazım. CHP böyledir, ben o kırılma noktasında Ecevit’le birlikte “iktidar, devrim, ilericilik silahın namlusundan çıkar”ı reddeden hareketin bir parçasıyım.
Bilmem eşit olmayan, karşımdakinin elinin kolunun bağlandığı bir yarışmaya girerek bunu bir fırsat gibi değerlendirmek bizim siyaset anlayışımızın temellerine ve karakterimize aykırıdır. Biz böyle fırsatçı, kapkaççı bir anlayış içinde hiç olmadık, değiliz. Bu davranışımızı da bir çıkar, bir pazarlık sonucu bir davranış olarak anlamak kendisi bizatihi bir büyük siyasi problemidir Türkiye’nin.
Böyle bakanlar, akılları almıyor, ya adam karşısındaki rakibinin siyasi haklarını nasıl verir bedava; oysa bu bizim temel bir inancımız. Mücadele edeceksek bir şaibe ile mücadele edemeyiz yani O, külüstür bir şiir okudu diye Trakya’da, bilmem işte iki ay cezaevinde kaldı diye milletvekili olamaz dediğin sürece onunla mücadele edemezsin. Bunu halka kabul ettirmen mümkün değildir zaten.
Geçmişte nasıl ki CHP generallerle işbirliği yapmadı diye suçlandı; Türkiye’nin bazı ilerici yazarları, bunu bir fırsat diye sayıyorlardı, biz karşı çıktık, bilinçli olarak, aynı şekilde bugün de ben Sayın Erdoğan’la anlaşmışımdır diye düşünülüyor. Çünkü Türkiye’de hâkim siyasi kültür bizim anlayışımız doğrultusunda değil, siyaseti bir fırsatçılık gibi algılayan bir anlayış. Bizde böyle bir şey yok.
Gerçekten eşitliğe, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, demokrasiye, siyasi mücadelede eşitliğe samimiyetle inanıyoruz. Buna aklı basmıyor Türkiye’de bazı çevrelerin. “Enayilik bu, olur mu ya, o bir şey aldı, ne alacak, cumhurbaşkanı olma garantisi aldı falan diye” bakıyorlar, tabii akılları almıyor bunu. Yani bu bizim siyasi hayatımızın bir zafiyetidir.
Böyle demokrasi doğrultusunda atılan adımların arkasında bir al gülüm ver gülüm pazarlığı yatıyor düşüncesi, bu yanlıştır. Ben hiçbir ilişkimde Sayın Erdoğan ile, ne o karşılaşmalarımda öyle bir özel anlaşmayı yansıtacak hiçbir şeyi ne ben konuştum, ne o konuştu. Daha sonra İstanbul’da Sayın Erdoğan’ın talebi üzerine bir araya geldiğimizde, siyasi yasağı zaten kaldırılmıştı.
Sayın Erdoğan 1 Mart tezkeresi telaşı içerisindeydi, “Tezkere kabul edilirse ülkemize kaç kişi gireceğini” sordum, “65 bin kişi” dedi. “Ne zaman çıkacak” dedim, “Ben de bilmiyorum” dedi. Sayın Erdoğan, “ABD ile işbirliği yapmazsak ambargo uygularlar, bizi sıkıştırırlar, ek mali kaynak kullanmamız gerekir, yaratmamız gerekir, yardımcı olur musunuz” dedi.
“Elbette, bu kararın sorumluluğunu alırım ve bütün Türkiye’de bunun için çalışma yaparım, istersen birlikte dolaşırım istersen ben tek başıma dolaşırım” dedim. Bu konularda benim samimi olabileceğimi düşünemiyorlar. İlla pazarlık yaptı diyorlar. Buluşma zaten 1 Mart öncesi idi, tezkere öncesi, 22 Şubat 2003’te. Yani hakların iadesinden sonra yapılmış bir buluşmadır o. Haklarını vermişiz, neyin pazarlığını yapacaksın?
“1 Mart konusunda Meclis’te çok esaslı mücadele verdik, hâlâ yayınlatmıyorlar o konuşmaları. Türkiye’nin en hassas bölgesine bir yabancı ordunun 10 binlerce askeriyle yerleşmesini çok sakıncalı buldum, “Bizim Irak’a, Suriye’ye karşı böyle bir düşmanlık içerisine girmemize hiç neden yoktur” dedim. Bunu da Cumhuriyetin dış politika anlayışına inanmış biri olarak hiç tereddüt etmeden söyledim.
Daha sonra Suriye Devlet Başkanı Esad Türkiye’ye geldiği zaman benimle görüşmek istedi; Çankaya’da Camlı Köşk’te buluştuk, bana “1 Mart tezkeresine karşı çıkarak yalnızca Türkiye’yi değil bizi de kurtardınız” dedi.
Onun dışında bir de seçimden sonra Erdoğan’ın talebi üstüne gittim, seçim sonuçlarını değerlendirmek üzere istişare ihtiyacı hissettiğini düşünüyorum. Beni çağırdı ve gittim. Orada kim bilir ne konuştu, ne yaptı! Gidilir mi falan diye kıyameti kopardılar. Orada hükümet kurulsun dedim, koalisyon kurulsun. Ya MHP ile ya da CHP ile kurun işte bırakın Türkiye’nin buna ihtiyacı var dedim. Hepsi bundan ibarettir.
Bunu anlatmak lazım, bizim siyasi hayatımızın “vardır bir pazarlık, bir çıkar, bir dümen olmuştur” anlayışı çok sağlıksız, çok yanlış, çok tehlikeli, aşılması gereken bir durum. Bazı insanlar gerçekten insan haklarına, hukukun üstünlüğüne, demokratik değerlere inanıyordurlar ve o doğrultuda adım atıyordurlar; bunu içinize sindirin, anlayın kardeşim. Biz de onlardan birisiyiz işte.”