Gazetede Duvar'dan Bahadır Özgür'ün yazısı şöyle: "Erdoğan’ın yerel yönetimlerde ‘muhalefet rolüne’ soyunacağı aşikar. Zira, seçimin genel sonuçları ile Ankara ve İstanbul’un neticesi arasında bir tezatlık görüyor. Ve bu zıtlığı yeniden avantaja çevirmek için de seçim öncesi muhalefetin dili olan krizi, şimdi kendi silahı haline getirmek niyetinde. Peki İmamoğlu ve Yavaş bu ‘ekonomik ablukayı’ nasıl kıracak?
Detaylı veriler AKP’nin oy oranındaki erimenin büyükşehirlerdeki hezimetin boyutuyla paralel olmadığına işaret ediyor. İstanbul ve Ankara’nın ilçelerinin çoğunda 2018’e göre oyların artırılmasına veya korunmasına rağmen, iki büyük kalenin ‘merkezi’ kaybedildi. Bu ilginç durumu bir kenara not edelim. Erdoğan tabloyu, iktidara güvenin sürdüğü ama büyükşehirlerde ekonomik sıkıntı içindeki vatandaşın ‘yeni bir deneyim’ arayışına girdiği şeklinde yorumladı, balkon konuşmasında. Yenilgiden ziyade bir ‘uyarı’ olarak okuyor rakamları. Lakin, o uyarıya nasıl yanıt vereceği önemli. Kendisinin ve partisinin tavrını mı değiştirecek yoksa sert politikalara devam mı edecek?
Erdoğan’ın ikinci seçeneği ‘revize’ ederek sürdürmesi daha güçlü ihtimal. Zira, genel oy düzeyi ile Ankara ve İstanbul arasındaki zıtlığı giderecek türde bir strateji çizmesi muhtemel. Peki nedir o?
Erdoğan’ın siyasi mottosunda CHP’nin ‘yokluk’, ‘kriz’, ‘istikrarsızlık’ olduğu yazılı. Şimdi tuhaf biçimde merkezde mutlak iktidar olsa da, yerelde muhalefet rolüne hazırlanıyor. Bunu da seçim öncesi muhalefetin dili olan krizi, iki kente muhalefet etmenin silahı haline getirerek yapmayı planlıyor.
ANKARA VE İSTANBUL NE DURUMDA?
Malum; Ankara ve İstanbul’un kaybedilmesi, AKP için rant dağıtım mekanizmasının en önemli araçlarının yitirilmesi demek. Refah Partisi’nden beri iki belediye üzerinden yaratılan kaynaklar ve bunların paylaştırılması, Erdoğan’ın güttüğü siyasetin de ana dinamiğiydi. ‘Esnek’ yerel bütçe; çıkar ağı örmek bakımından ‘katı’ merkezi bütçeden daha avantajlı, rant yaratma ve tabana yayma bakımından da daha mahirdi kuşkusuz. Küçücük bir pazar tezgahından devasa metro projesine, yoksul bir semtteki esnaftan inşaat şirketlerine uzanan bir kaynak transferi ağıydı. AKP’ye inen darbenin can acıtıcı kısmı burası.
25 yılın sonunda iki belediyenin durumu nasıl, kısaca özetleyelim…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) 2019 bütçesi 23.8 milyar lira. İETT ve İSKİ bütçeleri de eklendiğinde rakam 34 milyar 800 milyon liraya ulaşıyor ki, merkezi bütçeden pay ayrılan 35 kurumdan fazla. Belediye bünyesinde toplam 28 şirket var ve resmi verilere göre ciroları 11 milyar 300 milyon lira. Ankara’nın bütçesi ise 8 milyar 800 milyon lira. ASKİ ve EGO’nun bütçesi eklendiğinde toplam 14 milyar liraya çıkıyor. Bu rakam 7 bakanlığın bütçesinin üzerinde. Ankara’nın 15 tane şirketi bulunuyor.
Şimdi gelelim bazı gerçeklere…
Her iki belediyenin de nereye ne kadar para harcadığı meçhul. Ankara Belediyesi’nin iştirakleri neredeyse 10 yıldır denetlenmiyor. Belediye meclisinden muhalif bir isim bilgi edinip kamuoyu ile paylaşırsa durumu ancak öğrenebiliyorduk. Kıyıdan köşeden sızan bilgiler ise ortadaki gayya kuyusunun dehşeti hakkında biraz fikir veriyor. Mesela; İBB’nin şirketlerinin 2018 yılı üçüncü dönemindeki zararı 95 milyon lira. Şirketlerin karları ‘sıfır’ görünüyor. Caddeye sokağa araç park ettirmek dışında yatırımı bulunmayan Otopark AŞ’nin zararı bile 18 milyon lira.
Cumhuriyet gazetesinden Hazal Ocak’ın seçimden bir hafta önce yayınladığı habere göre, İBB’nin toplam borcu 22 milyar liraya ulaşıyor. Yani bütçesi kadar borcu var. 2014 seçimlerinde borç 6 milyar liraydı. Bugün yerli bankalara borç 3.3 milyar lira, yabancı bankalara 11.3 milyar lira. Yine 2014’te borç için yılda 128 milyon lira faiz ödenirken, 2019 yılı ödemesi 1.1 milyar lira.
Ankara ‘kayıtsızlık’tan dolayı daha da fena. Melih Gökçek’in yerine ‘atanan’ Mustafa Tuna, Sabah’tan Yavuz Donat’a verdiği mülakatta, “Belediyeye geldik ve gördük ki, kasa durumu sıkıntılı. Bankalara, piyasaya, müteahhitlere borçlu. Sigorta ve vergi borçları birikti” demişti. Verdiği bilgilere bakılırsa kısa vadeli 950 milyon lira iç borç, kamuya 380 milyon lira ve ödenmeyen de 1 milyar lira borç mevcut. Sayıştay’ın raporunda da yabancı bankalara borcu 1.6 milyar lira görünüyor. Faiz ödemeleri ise yıllık ortalama 174 milyon lira.
Bir de her iki belediyenin İller Bankası’na borcu var. Ankara’nın 270, İstanbul’un da 458 milyon lira. Özetle iki belediye de milyarlarca liralık kaynağına rağmen milyarlarca liralık borca sahip. Daha vahimi yandaşlara dağıtılan ihaleler, mega projeler vb. yüzünden ağır taahhütlerin altına girmiş vaziyetteler.
ERDOĞAN NE YAPACAK?
İşte Erdoğan’ın saldıracağı gedik de burası olacak. Seçimden birkaç gün önce yaptığı açıklamayı hatırlayalım: “Alsalar da yürütemeyecekler. Niye yürütemeyecekler? Bunlar oradaki personelin maaşını dahi ödeyemeyecekler. Hepsinin şu anda künyeleri, bütün belediyelerin şu anda borçları hepsi elimizde mevcut. Yürütemeyecekler.”
Erdoğan ‘merkez benim’ derken sadece elindeki devlet kaynağını ve desteğini kastetmiyor. Güvendiği şey, 24 Haziran sonrasında başkanlık rejimi tesis edilirken çıkarılan iki önemli yasal değişiklik. İlki; İller Bankası’nın yapısını değiştiren düzenleme. Bankanın kaynaklarını istediği belediye için kullanmasını önleyen kısıtlama kaldırıldı. Belediyelerin buradan borç alması neredeyse ‘başkanın’ inisiyatifine bırakıldı. Nitekim İller Bankası’na olan borçlar normalde her yılın sonunda vergi gelirinden belediyelere düşen paydan mahsup edilirdi. İktidar yerel seçimi düşünerek 2018’in Mayıs ayında mahsuplaşmayı erteledi. Bunu iptal ediyor.
Geçen yıl Çanakkale Belediyesi’nin defalarca başvurmasına rağmen İller Bankası’ndan kredi almaması ve fahiş faiz oranlarına maruz bırakılması gözlerden kaçan bir örnekti.
İkinci önemli düzenleme ise bir torba kanunla Cumhurbaşkanı’na Strateji ve Bütçe Başkanlığı vasıtasıyla istediği belediyeye kaynak aktarma yetkisinin verilmesi. İzmir Belediyesi’ne metro yapımı için sadece 30 bin lira kaynak ayrılması, kanunun nasıl işletileceğine dair bir şeyler anlatıyordur. Çevre Kanunu’ndan madenciliğe kadar pek çok kanunda yapılan değişikliklerle de yerel yönetimlerin bu alanlardaki yetkilerinin büyük kısmı Cumhurbaşkanı’na devredildi. Keza, yüksek rant potansiyeline sahip imar düzenlemeleri de öyle. İstanbul için yeni rant alanı Kuzey Ormanları bölgesi, TOKİ’nin rezerv konut alanı ilan edildi bile.
Dolayısıyla Erdoğan açısından en işlevli strateji, Ankara ve İstanbul’u ‘ekonomik ablukaya’ almak. Bunun için yeterince ‘yasal’ alete de sahip zaten. Öyleyse Ankara ve İstanbul bu kuşatmaya nasıl direnecek?
MUHALEFET NE YAPABİLİR?
Erdoğan taktik değiştirirken muhalefetin de taktik değiştirmesi lazım. Geleneksel ‘şeffaf belediyecilik’ açıklamaları veya ‘yeni bir sayfa açıyoruz’ trükleri işe yarayacak gibi durmuyor. Erdoğan bir kuşatmaya hazırlanıyor çünkü. İki dev kentin erzağını kısmak, yardım yollarını kesmek için var gücüyle çalışacağı şüphesiz.
Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş elbette tecrübeli siyasetçiler. Ne var ki, AKP’nin en büyük korkusunun ‘hizmet rekabeti’ olmadığı da malum. Seçim öncesi bu denli hiddetin nedeni rant kaynaklarını kaybetmemekse, seçim sonrası gelebilecek hiddetin sebebi de çıkar ağının deşifre olma ihtimalidir. AKP’nin yumuşak karnı da budur. Mazbatalar alınır alınmaz belediye binasına girecek bağımsız denetmenlerin kime ne kadar para aktarıldığını, kimin akrabasının, kardeşinin, amcasının hangi ihaleyi aldığını isim isim ortaya çıkarması; Sayıştay raporlarının ucundan gösterdiği soygunu kalem kalem teşhir etmesi AKP belediyeciliğinden kopuşun da miladı olacaktır.
Bu bilgilerin muhalif basına sızdırma yönteminden ziyade, herkesin anlayacağı tarzda, herkesin ulaşacağı yolla ilan edilmesi ise şeffaf belediyeciliğin ete kemiğe bürünmesi anlamına gelecektir. Belediye panoları bir kez olsun yandaşa para aktarmak yerine dürüstlüğün yüzü olabilir. Bir kez olsun nasıl ve kim tarafından soyulduğunu binbir zahmete girmeden öğrenmek Ankara ve İstanbulluların hakkıdır. Enkazın müsebbipleri açık ve net olarak gösterilemezse eğer, Erdoğan’ın o yıkıntıdan yeni bir iktidar devşirmesi hiç de zor olmayacaktır…