Uğur Gürses kendi internet sitesinde yazdığı yazıda Cumhurbaşkanlığı sisteminin kendi kendini imha etmeye başladığını söyledi.
Gürses yazsısında, “2018 sonrası yaşanan bu tablo Türkiye’yi IMF’ye bir adım daha yaklaştırdı; yaklaştıran da ‘dış güçler’ değil, izlediği politika ile Ankara” ifadelerine yer verirken Merkez Bankası Başkanının değiştirilmesi Berat Albayarak’ın Hazine ve Maliye Bakanlığı görevinden istifa etmesini “yolları çatallanan bir patikaya” benzetti. İşte Uğur Gürses‘in yazısı: 2018’de geçilen “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ile giderek zayıflamış “ortak aklın” ve güçlenen tek adamlığın temeli atılmıştı.
Son krizde de görüldü ki yapısı itibariyle bu sistem kendi kendini imha etmeye başladı. “Tek akla” dayanan sistem, bunun parçası olarak en tepe yönetimde de nepotizm düğmesine basınca, ‘tartılmamış’ liyakat elde patladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan kurduğu sistemin içindeki krizle yüz yüze geldi. 2018’de tetiklenen krizi yönetemeyen, tersine krizi derinleştiren iktidarın, otoriterleştikçe bunun sonuçlarını bile göremez hale geldiği de ortaya çıktı. Çünkü yaratılan otoriterleşmeyle belli ki kendi içinde bile gidişata yanlış diyebilecek bir teknik aklın suskunluğu yaşanmış. Genel olarak kötü yönetimin, özelde ise ekonomi politikasını yürütücü bakanın ülkeyi sürüklediği ekonomik uçurumdan, tam da kıyısında o gücü veren iradenin haberinin olmamasını akıl almıyor.
Bilgisizlik, deneyimsizlik, mutlak güç haline gelen siyasi iradeden aile üyesi olmaya dayalı sınırsız güç, bunun üzerine eklenen fütursuz bir özgüvenle ekonomi uçurumun eşiğine gelmişti. Ülkenin kredi notu düşürülürken “vız gelir tırıs gider” demişti, “yumuşak azille” gittiğinde görevi devretmeye dahi gitmedi. Geriye ekonomide ve Hazine’de enkaz bıraktı.
Kötü yönetim tam da bu; tek adama dayalı kurulan sistem, nepotizm, liyakatsiz teknik kadro. 2018’de tetiklenen kriz günlerinde, krizin yönetiliş biçiminden de belli idi ki Türkiye hızla derin bir ödemeler krizine gidiyordu. Benim de aralarında bulunduğum çoğu analist, bu gidişatla IMF kapısında soluğun alınacağına işaret ediyordu. Sonsuz özgüvenli bakan ise “iç kaynaklarla” sorunun semptomlarını bastırma çabasına girişti. Ödemeler dengesinde büyük bir açığın göründüğü günlerde, yani pandeminin patlak verdiği mart ayında sadece turizm gelirlerinden kabaca 25 milyar dolar kaybın ortaya çıkacağı aşikâr iken, negatif reel faizli ortamda kamu bankaları eliyle devasa bir TL kredi patlamasına yol veriliyordu.
Sonucu, dolarizasyon ve kur patlamasını, ısrarla düşük faizle giderek devasa bir döviz rezerv kaybını baştan bilmemek için fazlasıyla iktisat cahili olmak gerekirdi. 2019 başında Merkez Bankası’nın 100 milyar dolar brüt, 50 milyar dolar net döviz fazlası varken, 2020 sonuna yaklaşırken ‘iç kaynakla’ kredi büyümesi sonucu 79 milyar dolar brüt, 50 milyar net döviz açığı olan bir tablo var. Bir de hiç kayıtlara girişiyle çıkışı bir olan, akımla gelen ve eritilen dövizler.
IMF'YE BİR ADIM DAHA YAKLAŞTIK
Ödemeler dengesi krizine giren, döviz rezervleri sıfıra yaklaşan ülkeler IMF kapısına düşüyor. İşte 2018 sonrası yaşanan bu tablo Türkiye’yi IMF’ye bir adım daha yaklaştırdı; yaklaştıran da ‘dış güçler’ değil, izlediği politika ile Ankara. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Kasım’da Merkez Bankası Başkanı Uysal’ı doğrudan azledip yeni başkan ataması, 8 Kasım’da damadı Berat Albayrak’ı da kendisinin istifa ve “görevden af” biçimine dönüştürdüğü ancak apaçık “yumuşak tonlu azil” olan bu süreci, yolları çatallanan bir patikaya girdiğini düşündürüyor.
DÜĞÜM NEREDE KOPTU?
Çeşitli kaynaklardan edindiğim izlenim şu; durumun bir ödemeler dengesi krizine, bir borç ödeme krizi eşiğine gelmesi endişesi ile faiz artışının şart olduğuna ikna edilmeye çalışılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, çeşitli kaynaklarca da ifade edildiği gibi döviz rezervlerinin eritildiğini, hatta her an geri çıkabilecek swaplar hesaba katıldığında rezervlerin net olarak negatifte olduğunu öğreniyor. Merkez Bankası’nın rezervlerinin döviz satışlarıyla eritilmesine dair politikanın Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın inisiyatifi ile belirlendiğini, bu vahim noktaya bu politika sayesinde sürüklenildiğini de muhtemelen o hafta öğreniyor. Öyle görünüyor ki; ekonomi ile ilgili kararlar tamamen Bakan Albayrak’a bırakılmış, rezerv erimesine dair doğru durumun, bilginin tam açıklığıyla Cumhurbaşkanı’na ulaşması, öneminin vahametinin vurgulanması yapılmamış. Tüm bunlar, “mühür teslim edilenin” sorumluluğunu değiştirmiyor.
Türkiye tüm bu olanları, “ağır çekimde bir tren kazası” gibi içinde bulunarak seyretti. Aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu uzmanlar, analistler tarafından yazıldı çizildi. Bir yığın danışmanlar kadrosundan bir kişi bile bu durumu aktarmamış, aktaramamış ise bu kurumsal çöküşün acı bir örneğinden başka ne olabilir?
ÜÇÜNCÜ BİR YOL:
MOLA Bu hali ile dış kaynağın girmediği, iç kaynaklarla da uçurumun eşiğine girildiği dönemde Beştepe, Merkez Bankası Başkanı ve ekonomi bakanını uzaklaştırarak ‘yeni bir pencere açıldığı’ hissini vermek zorunda kaldı. Ekonomide iki yetkilinin koltuklarını kaybettikleri hafta sonu öncesinde, 6 Kasım akşamı Türkiye’nin geldiği eşik; ya sermaye kontrolü ilan edip içe kapanan bir ekonomi haline geçmekti ya da IMF’ye başvurmaktı. Her ikisi de siyaseten ve geçmiş söylemler çerçevesinde en son tercih edilecek seçenekler.
Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan bu iki seçeneğin eşiğinde şapkadan üçüncü bir seçenek çıkardı: Kadrosu teknokrat nitelikli bir ekonomi yönetimi ile ‘bahşedilmiş’ bir “hukuka dönüş” vaadi, bir ara soğutma molası. “Talimatla hukuka dönüşün” bizatihi bu hali bile kurum ve kuralların berhava olduğunu söylüyorsa da bu söylem, değer kaybından arşa uzanan TL’nin dalgalanmasından yorulan mali piyasalara durup dinlenmek için ilaç gibi geldi.
“Mali piyasalar duruldu” diye tanımlanan da döviz kurunun yüzde 50 artış seviyesinden yüzde 42 artış seviyesine gerilemesi. Yani hala döviz kuru görece çok yüksek. Öyle “oluk oluk” döviz girip de 120 milyar dolarlık kaybın bir bölümünü dahi geri döndürecek bir hava da yok. Bu aşamada asıl önemlisi, yeniden daha güçlü bir biçimde gelen pandemi dalgasının toplam talepte, yani reel ekonomiye getireceği yavaşlama dalgasıdır.
Kayıt içinde ya da değil yaklaşık 8 milyon işsizin önünü aydınlatacak bir reel ekonomi tablosu olmamasında. Ötesi, bu yeni yavaşlama dalgası içinde, çalışır göründüğü halde işbaşında olmayanların, yani kısa çalışmada, ücretsiz izne çıkarılanların sayısının artması olasılığı yükseliyor. Geçmiş kriz deneyimlerinde geçilen ‘kilometre taşları’ anımsanıyor; “Déjà vu” hissi güçleniyor. O da Türkiye’nin ekonomik krizlerinin yıkanıp paklanma “leğeninin” bizatihi krizlerin ana nedeni olan ve krizde olan siyasetin değişmesinde, normale dönmesinde olduğunu akla getiriyor. Önümüzdeki “40 katır, 40 satır” seçeneksizliğinden çıkışın anahtarı da burada. Kısa “molalarda” değil.