Sevgili okurlarım korona salgını bütün dünyada olanca hızıyla sürer ve öldürücü yeni varyantları ortaya çıkarken, biz de Türkiye olarak aynı tehlikeleri yaşamak zorunda kalıyoruz.
Bizi yöneten ‘uyanıklar' bu fırsatı hazır bulmuşken hemen yararlanmaya kalkıştılar ve propaganda nutukları birbiri ardına gelmeye başladı:
“Biz de bu işin aşısını bulduk, adını da ‘Turcovac' koyduk. Aşımız en kısa zamanda piyasaya verilecektir!”
Demek ki her şey bu kadar basitmiş!
Ortada bütün dünyayı kasıp kavuran bir salgın varken, anında devreye girip hemen aşı bulmuşlar! Üzerinde hiçbir bilimsel çalışma yapılmamış olan, bilim dünyasının haberi bile olmayan bir aşı!
Hiç kuşkunuz olmasın, bu aşıyı bir süre sonra piyasaya sürüp insanlarımızı kandırmaya bu yolla devam edecekler.
Gazeteci arkadaşımız Coşkun Bel sağlık muhabiridir, bu konuda yıllardan beri uzmanlaşmıştır. Aynı zamanda CHP'nin sağlık politikaları genel başkan danışmanı olarak görev yapmaktadır.
Aşağıdaki mektubu okuyunca özellikle Refik Saydam Hıfzısıha Enstitüsünü durup dururken nasıl ve niçin kapattıklarını bir kez daha ve herhalde üzülerek göreceksiniz.
Şimdi kendisinden dün aldığım mektubu sizlere aynen iletiyorum:
★★★
“Sevgili Emin Ağabey, sağlıkta hapı yuttuk!
Koronayla ilgili ‘Bu iş bitmez' başlığı taşıyan 30 Kasım tarihli köşe yazınızı ilgiyle okudum…
Gerçekten de bu iş bitmez. Bu zihniyet devam ederse hiç bitmeyecek.
28 Kasım 2020'de yapılan açıklamada yerli korona aşımızın en geç 2021 nisan ayında uygulama aşamasına geçileceği müjdesi verilmişti!
Aşı üretmek o kadar kolay bir iş değildir. Yeni bir aşıyı üretip piyasaya sürmeniz için onlarca bilimsel çalışma ve deneyler yapmanız gerekir. Bunun için de teknolojiye uygun ve üretim kapasitenizin ileri düzeyde bir alt yapıya sahip olması gerekir.
Eğer kamusal güçlü bir altyapınız yoksa, laboratuvar ortamında ürettiğiniz sınırlı sayıdaki aşıları milyonların hizmetine sunamazsınız.
Tabii bir de aşı tecrübesine sahip bilim insanlarınızın olması kaçınılmaz bir gerçektir.
★★★
Emin Ağabey, biz bu treni kaçırdık. Aşı üretimi konusunda 100 yıl gerideyiz…
Birinci Dünya Savaşında ülkemiz işgal altındayken Dr. Refik Saydam, ‘Bakteriyoloji Enstitüsünü' kurdu…
Bu merkezde tifo, dizanteri, veba ve kolera aşılarının, tetanos ve dizanteri serumlarının üretilmesine öncülük etti…
Birinci Dünya Savaşı boyunca, ordunun aşı ve serum ihtiyacı ‘Bakteriyoloji Enstitüsü' tarafından karşılandı.
Refik Saydam, aşı konusunda o kadar büyük bir tecrübeye sahipti ki, tifüse karşı hazırladığı aşıyla, adını Dünya Tıp Literatürü'ne yazdırdı.
Tüm imkansızlıklara rağmen aşı ve serum üretiyorduk. Dışa bağımlı olmamak için üretimin ne denli hayati önem arz ettiğini çok iyi biliyorduk.
★★★
Geçmiş yıllarda birçok dünya ülkesinde olduğu gibi veba, kolera, tifüs, çiçek, sıtma gibi salgın hastalıklar bizim de yakamızı bırakmıyordu. Ama sadece yakamıza yapışabiliyordu. Toplumu esir alamıyordu…
Cumhuriyetimizin ilk yıllarında da salgın hastalıklar yakamızı bırakmadı. Ama üretiyorduk. 5 milyon insanımıza yetecek kadar çiçek, kolera, tifo, tifüs, verem aşısı üretip halkımızı aşıladık. Bulaşıcı hastalıkları kontrol altına aldık.
Örneğin ilk olarak 1923 yılında görülen kızıl hastalığı, salgına dönüşmüştü. İstanbul, Isparta, Afyon, Sivas ve Erzurum'da görülen hastalık tüm ülkeye yayıldı…
Ülkemizde ilk kızıl aşısı Dr. Bakteriyolog Mehmet Hami Bey tarafından üretilerek, kullanılmaya başlandı. Kızıl aşısının Türkiye'de uygulandığı yıllarda, Avrupa'da yalnızca birkaç ülkede bu aşı üretilebiliyordu.
★★★
O tarihlerde ülkemizde yoksulluk had safhadaydı. Temiz suya, yeterli ve sağlıklı gıdaya ulaşmak zordu. Halkımız yeterince beslenemiyordu. Doktor ve sağlık personeli yeterli değildi. Dolayısıyla o tarihlerde, öldürücü verem salgını da sürüp gidiyordu.
Atatürk'ün emriyle 1924 yılında İstanbul Heybeliada'da, yalnızca verem hastalarına tedavi hizmeti vermek amacıyla Sanatoryum açıldı. 1924'ten 2005 yılına kadar burada tedavi gören yüz binlerce insanımız sağlığına kavuştu.
Ne acıdır ki, 2005 yılında 660 yatak kapasiteli bu hastanemizin kapısına da bir daha açılmamak üzere kilit vurdular.
★★★
Kurtuluş Savaşı yıllarında bile, yani 1920 ve 1921'de, ürettiğimiz çiçek aşılarını Fransa, İngiltere ve Amerika'ya gönderdik.
‘Aşı üretimi konusunda 100 yıl gerideyiz' dememin nedeni budur.
1938 yılında Çin'de kolera salgını baş gösterince bizden aşı talep edildi. Çin'e kolera aşısı gönderdik.
Yurdumuzda ürettiğimiz aşılarla İkinci Dünya Savaşı yıllarında da çok sayıda ülkenin tifüs aşısı ihtiyacını karşıladık.
1928 yılında Ankara'da kurulan ve daha etkin hale getirilen Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü'nde aşı ve serum üretimi hız kesmeden sürdü.
Cumhuriyet yönetimi ülkemizi kasıp kavuran bütün ölümcül salgınları başarıyla yok etti.
★★★
Cepheden cepheye koşan savaş yorgunu bir ülke düşünün. Yakılan yıkılan şehirler, kasabalar, köyler…
Elde yok, avuçta yok. İmkânlar çok kısıtlı.
İşte o şartlarda bile aşı konusunda bilim ve teknoloji üretiyorduk. Vatan topraklarında kendi aşımızı, serumumuzu üretip vatandaşımıza uyguluyorduk…
Refik Saydam'da tifo, dizanteri, kolera, boğmaca, kızıl, kuduz, çiçek, grip, tetanos gibi 17 farklı türde aşı üretimi yapılıyordu.
★★★
Peki sonra ne oldu?
2011 yılında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname ile, hayati öneme sahip olan bu kamu kuruluşu kapatıldı.
Bu önemli kurumda görev yapan, aşı ve serum tecrübesine sahip olan beyinlerin çoğu da ya özel sektöre transfer oldu, ya da emekliye ayrılmak zorunda kaldı.
★★★
Sadece 40 milyon dolarlık bir yatırımla Refik Saydam Aşı Üretim Merkezini günümüz teknolojisine uygun hale getirmek mümkündü…
Ancak bu iktidar akılları zorlayan, trajikomik kapatma uygulamasını devreye soktu…Difteri, boğmaca, tetanoz, kızamık, tüberküloz, grip, Hepatit–B gibi rutin aşıları dış ülkelerden ithal yolunu seçti.
Biz bu aşılara her yıl 200 milyon dolar ödüyoruz. Yazık değil mi ülkemize?
‘Sağlıkta Hapı Yuttuk' adlı kitabımda, bu can alıcı konularla birlikte, ülkemizin sağlık sorunlarını ve çözüm yollarını detaylı bir şekilde kaleme almıştım. Saygılarımla.
Coşkun Bel.”